13 Aralık 2016 Salı

Böyle Köy Nadir Bulunur

İran/Fars coğrafyası, Hazreti Ömer(r.a) zamanında İslam ile müşerref olan bir ülke. Kapalı çarşıları, tarihi eserleri ve özellikler de köyleriyle Anadolu coğrafyasına çok benziyor.

Nice dervişlerin gelip Anadolu’ya geçtiği bu toprakları tek yazıda anlatmak mümkün değil…

Çünkü bölge Perslerden, Moğollardan, Selçuklulara zengin bir tarihi ihtiva ediyor. Fars coğrafyasının tarihi derinlikleri M.Ö 4000’lere kadar uzanıyor.

İran coğrafyasına bakıldığında anlatılabilecek çok yer ve konu var. Kendine has coğrafî görüntüsüyle Dünyanın yakından tanıdığı Palangan Köyü ile Kandovan Köyü bunlardan ikisi. Mimari şekli ile merak uyandıran köyler görülmeye ve anlatılmaya değer. Çünkü coğrafyanın şekillendirdiği, şaşırtıcı manzaralı köyler nadir bulunuyor.

20 Su Kaynaklı Palangan Köyü

İran’ın, Kamiyaran şehrine bağlı Palangan köyü, tabiî güzellikleri, dağların yamacında merdiven misali dizilmiş evleri ile Tahran’ın 660 km güneybatısında, Şirwan Nehri’ne akan bir vadinin yanında yer almakta. Bu masalsı yerleşim merkezindeki köylerin dikkat çeken yönü ise hanelerin hemen hepsi taştan yapılmış ve merdiven gibi devamlı desen halinde sıralanmasıdır. Bir evin çatısı başka bir evin bahçesi olabilmektedir.
Köyün kuruluş tarihi Farsça kaynaklarda yer almış, Samanyan İmpatorluğu’ndan ve Safevi Devleti’ zamanına kadar uzabıyor. Rivayetlere göre Palangan, Selçuklular zamanında da stratejik olarak çok önemli bir konuma sahip bir köy imiş. Köyün 800 metre yakınında bir kale mevcut. Vakti zamanında kalenin sahibi olarak geçen Kelhur prensleri, bölgenin hâkimiyet kuranları olarak adlandırılmakta. Ve sonra yine rivayetlere göre Erdalan Ailesi, Kelhur Prensleri’nin elinden kaleyi ve bölgenin hâkimiyetini ele aldığı söylenmektedir. Köy defalarca yıkılımış, tekrar inşa edilmiş. Günümüzdeki Palangan Köyü ise 500 yıl evvel eski köyden 2 km uzakta kurulmuştur.



Dağın zor şartlarına rağmen ayakta duran köylerin en büyük zenginliği, köy içerisinde bulunan 20 tane su kaynağı. Bu su kaynakları köyün dört tarafında birleşmekte. Köylüler, bu su kaynaklarını değerlendirerek balık besleme havuzları kurmuş. Diğer geçim kaynakları ise ziraat. Arpa, buğday ve birçok meyve çeşitleri yetiştirilmektedir. Köyü aynı zamanda meşhur kılan bir de nar bahçeleri var. Ve köyde özel olarak nar salçası yapılmakta. El işçiliğinde ise geleneksel Give’den yapılmış ayakkabı ve cecim adı verilen halılar dokunulmakta.

Köylülerin de söylediklerine göre dağda en güzel geçen mevsim bahar. Bahar mevsiminde göçebeler Palangan’a gelir.Ve köyün etrafına çadırlar kurarlarmış. Göçebeler geldikten sonra köyde festivaller yapılmakta, çocuk şenlikleri, köy oyunları sergilenmektedir. Aynı zamanda turistik bir merkez olan Palangan en çok bahar aylarında ziyaret edilmekte.

700 Yıllık Mağara Evleri: Kandovan Köyü

Rivayete göre köyün ilk sakinleri, Moğol istilasından kaçarak gelen Azeriler. Bugün hâlâ kullanılan bu mağara evlerde 600’den fazla insan yaşamakta. İran’ın Kapadokyası olarak da bilinen Kandovan, Türkiyedeki Kapodakya’nın küçük bir maketi diyebiliriz. Aynı zamanda tabii güzelliği ve şifalı sularıyla da tanınan Kandovan, İran’ın en önemli turistik merkezlerinden…



Kandovan, Doğu Azerbaycan eyaletinin başkenti olan Tebriz yakınlarında volkanik Sehent Dağı’nın eteklerinde kurulu 700 yıllık tarihe sahip. Ekserisinin Azeri nüfusun olduğu köyün özelliği ise Dünya’nın en meşhur mağara evlerine sahip olması. İnsanoğlu günümüzdeki gibi üst üste apartmanlar, rezidanslarda ve sitelerde yaşamıyordu. 

Başını sokabileceği bir eve sahip olmak için konut kredisine değil, biraz mucit olmaya ihtiyacları vardı ve bu konuda da oldukça başarılıydı.

Bir zamanlar insanlar, coğrafyayı değiştirmeden, mağaraları kendilerine ev edinmişti. Bu evlerin bazıları hazır bir halde sakinlerini bekliyordu, bazılarının ise üzerinde çalışmak gerekiyordu. Ve İnsanoğlu aletleri geliştirerek, volkanik kayaları oyarak inşa ettiği bu evlerin bir kısmı dört kata kadar çıkabiliyor. En alt kat genellikle hayvanlar için kullanılıyor. Üst katlarda ise insanlar yaşıyor.

Yörede en büyük geçim kaynağı ise arıcılık. Ve bunun yanı sıra köy halkının hazırladığı peynir, yoğurt gibi süt ve süt ürünleri en çok da turistlere satması bir geçim kaynağı halini almış. İlkbahar ve yaz aylarında turistik ziyaret akımına uğrayan Kandovan, en büyük kazancı bu aylarda sağlamakta. ‘Modern dünya’dan uzak ve zor şartlarda hayatını sürdüren köy halkı ekonomik açıdan, şehirde iş imkânlarının kısıtlı olması yüzünden, yaşadıkları mağara gibi evlerin, atalarından kendilerine miras kaldığının farkındalar. Bunun içindir ki anne ve babalarının emekleri ile olan bu haneleri, kültürlerine sahip çıkmaları gerektiğini vurgulayarak terk etmiyor. Tavsiyem, yolu Tebriz’e düşenlerin seyahat planlarına eklenmesi gereken yerlerden biri…

6 Aralık 2016 Salı

Varlık içinde yok olan şehir Kerkük

Günümüzde 1 miyon varilden fazla petrol çıkartan bu bölge,Dünya’nın en zengin şehri olabilme imkanına sahipken ne yazıktır ki Halk yoksulluk içinde…

Ortadoğu’nun kalbinin attığı,Dünya’nın en eski uygarlıklarının yaşadığı,nice peygamberlerin,alimlerin gelip geçtiği nice şair çıkartan bu şehir Mezopotamyanın başkentlerinden…Kah hasretin adı,kah acının tarifidir Kerkük. Yüzyıllarca acı çeken saf insanların türkülerinde geçer adı

”Can kerkük,Canan Kerkük,

Her söze kanan Kerkük,
Mum gibi yanan Kerkük…”



Sokaklar


Küçük bir Irak olarak bilinir Kerkük. Zira Irak’a ait her renk can bulur bu kentte. Araplara, Kürtlere, Türkmenlere, Süryanilere; Müslümanlara, Hristiyanlara, Ezidilere, Mecusilere, vatandır petrol koyuluğuyla kavrulan bu topraklara, Halil İbrahim sınır kapısından 4buçuk saatlik bir yolculuk sonrası ulaştık.Hava sıcak,öğle vakti sokaklar sessiz,dükkanlar kapalı, burada halk sabah mesaisini öğlene kadar devam ettiriyor.Daha sonra öğle vaktinden ikindi vaktine kadar kimse çalışmamakta…Kerkük’te ne var ne yok bir hal-i ahval-i öğrenelim diyerek şehrin içinde arabayla geziyoruz…Caddeler ,sokaklar heryer çöp içinde .’Kimse bu çöpleri kaldırmıyor mu? Diye sorduğumda cevap hayret verici ‘Belediye ne vakit isterse o zaman kaldırıyor çöpleri…’ Masallara, türkülere, mısralara konu olan Ortadoğu’nun kadim şehirlerinden Kerkük maalesef acınacak bir durumda heryer harabe… Binalar yıkılmak üzere, yeni bir yapılanma yok, sokaklarda çöplerin getirdiği ağır bir koku hakim…


  Şehir’de herkes herşeyden kuşku ve korku içinde, yoldayken uzaktan görülen Kerkük petrol sahalarının resmini çektiğimiz için birilerinin bizi ihbar etmiş olabileceğinden bile söz ettiler.Elimizde alalen fotoğraf makinasını taşıyamıyoruz.Halkın veya bir çok yerde güvenlik muhafızının dik bakışlarına maruz kalıyoruz.Sanki bir suç işliyormuşuz gibi.

Kerkük Kalesi

Kerkük şehri düz bir ovada kurulmuş. İlk yerleşim izlerine M.Ö.2000 yıllarının ortalarında rastlanılmakta.En eski yerleşim mekanı ise Kerkük Kalesinin içi…MÖ. 3. yüzyılda yapılan kale bir tepenin üzerinde yer almakta ve Kerkük’ün her tarafına kuş bakışı bakan bir konuma sahip.  Kale, bu eski şehrin adeta çekirdeğini oluşturmuş.Bu yüzden en eski mimarlık ve kentsel dokunun da merkezi.Vakti zamanında kale 4 mahalle, 743 geleneksel ev ve onlarca tarihi eserden oluşmasına rağmen şuan hepsi yok olmuş durumda.

   
Kerkük Kalesi boşaltılmadan önce oturanların hemen hemen tamamı Türkmenlermiş.Saddam rejimi 1990 yılında Kerkük Kalesinin tarihi eserlerini onarmak adı altında Kaleyi yıkma ve sakinlerini boşaltma planını uygulamaya koyar. Kale, 1995 yılında Saddam Hüseyin’in talimatıyla zorla tamamen boşaltılır ve 1997’den itibaren 2003’e kadar yüzlerce geleneksel Türk tarihi evleri ve eserleri dozerlerle yerle bir edilir. Türkmenlere ait ne varsa, evleri, tarihi eserleri, hatta mezar taşları bile yok edilir. Saddam’ın yaptığı bu baskı ve zulümlerin önem­li bir kıs­mı BM İn­san Hak­la­rı ra­por­la­rın­da da yer al­maktadır. 

Kerkük’ün bugünkü durumunu en iyi tanımlayan şey,tarihi Kerkük Kalesi’nde tanık olduğumuz içler acısı görüntü olsa gerek. Ayakta kalabilen tek tük yapılar arasındaysa, eski bir Yahudi tapınağından yüzyıllar önce “devşirilen” ve Türkmenlerce kutsal sayılan Danyal Peygamber Camii, Hıristiyan kilisesiyken aynı şekilde camiye dönüştürülen Ulu Cami ile tümüyle Türk eseri olan Gök Kümbet bulunuyor. Gök Kümbet 1361 yılında Celayirliler döneminde 820 metre kare alan ve 17 metre yüksekliğinde yapılmıştır. Kale’nin içinde günümüze kadar ayakta kalabilen Türk mirasının bir şaheseridir. Selçuklu dönemine ait Gök Kümbet’in dış duvarlarıyla karşı karşıya geldiğimizde, üstündeki yazıttan da anlaşıldığı gibi kümbet 14. yüz yılda Selçuklu hanedanına mensup Buğday Hatun için yaptırılmıştır (2009 yılında sözde onarım adı altında bu defa Türk şaheseri olan Gök Kümbetin Sekizgen olan orijinal çatısı yıkılıp yerine Selçuklu Türklerinin hiçbir dönemine rastlanmayan şekilsiz, biçimsiz ve çirkin bir yapıya dönüştürüldü). (Semih İdiz,Dozerle Yok Edilen Türkmen Kimliği, Milliyet Gazetesi,15 Şubat 2007.)


Irak Arkeoloji Dairesi yetkilileri 2002 yılında Kale içinde bulunan tarihi nitelikteki 45 ev’in restore edildiğini,kale içinde 34 dükkan inşa edileceğini ve bunların sanat galerisi olarak kullanılacağını açıklasada 2014 yılında olmamıza ragmen kale içinde şahit olduğumuz kadarıyla hala bır restarasyon çalışması bulunmamakta…





Petrol kuyuları


Kerkük’ün Kara Altın diye tanımladıkları ismi Türkçe olan Baba Gurgur bölgesine gidiyoruz.Burası Kerkük merkezinden yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan petrol yataklarının bulunduğu bir bölge.Burada çok eskiden beri Ezeli olarak yanmakta olan petrol gazlarının çukuru var.Yağmur’un söndürdüğü rüzgarın tekrar yandırdığı  Baba gurgur ateşinin gürlercesine yanışına özgü,Türkmenler bu adı koymuşlar.Günümüzde 1 miyon varilden fazla petrol çıkartan bu bölge,Dünya’nın en zengin şehri olabilme imkanına sahipken ne yazıktır ki Halk yoksulluk içinde…Kerkük petrolünün kontrolü de şuanda Kuzey  Irak (Kürdistan)Bölgesel Yönetimi‘ne ait.


Kerkük’de ciddi bir güvenlik sorunu var. Eller tetikte, tüm resmi kurumları önünde duvarlarla örülü beton güvenlik bariyerleri var.Peşmerge her tarafa simgesini asmış.Şehrin içinde ,giriş-çıkış kontrol noktalarında da peşmergeler bulunmakta.Şehir içinde ve dışında her ne kadar güvenlik kontrol noktaları bulunsada zaman zaman özellikle kalabalık alanlarda,pazar yerlerinde intihar eylemlerinin gerçekleştiği,bomba yüklü araçların patlatılması şehirdeki trajediyi anlatmaya yetiyor.

Eğitim
 Son dönemde Kerkük’te eğitimde durmuş. Bana verilen bilgiye göre Kerkük’te bulunan 200 okuldan 198’i Irak’ın diğer şehirlerinden gelen Işid tehlikesinden kaçan ailerle dolu idi.Fakat yeniden eğitim ve öğretim dönemine hafta da 6 gün olmak üzere başlanıldığı belirtildi.Şehirde  aynı zamanda 3 farklı eğitim sistemiyle işleyen okullar bulunmakta.Bunlar anadili Kürtçe ,Türkçe ve Arapça olarak değişiyor.

Sosyal Alan

Kerkük’te kültürel  veyahut sosyal olarak da hiçbir faaliyet bulunmamakta.Siyasi olan dernekler dışında dernekler ve vakıflar kurulmamış veya siyasi gerekçelerle kurulmasına izin verilmemekte.Sinema ve tiyatro olmamakla beraber halkın çoğunluğunun ne olduğu hakkında bir fikri bile yok.Kerkük’te yaşam hergün rutin.İnsanların tek eğlencesi televizyon.Ne gariptir ki Kerkük’te çocuk parkı dahi  bulmak imkansız.Kerkük’te İş imkânı da yok denecek kadar az. İş olarak devlet memurluğu birinci sırada. Devlet memurluğu için torpilliler dışında girme imkanı yok . Son dönemde Işid tehlikesi yüzünden memur maaşları da düşürülmüş.


Sağlık

Kerkük sağlık alanında da çok geride.Toplam 2 tane devlet hastanesi bulunmakta.Bunun dışında hastane yok.Hastane koşulları yeterince steril olmamakla beraber,yeterli doktor ve teknoloji de yok.Devletin her alanında çalışan memurların çalışma saatleri de sabahtan öğle vaktine kadar.Kerkük’te hemen hemen tüm doktorların özel muayehanesi var.Doktorlar da öğle vaktinden sonra  özel muayehanelerinde çok düşük bir ücretle  hastalara bakmaya devam ediyor.Devlet hastaneleri ise ücretsiz fakat bakımı yeterli olmadığından dolayı halkın çoğunluğu özel muayehanelere gitmeyi tercih ediyorlar.Ağır hastaların tedavileri ve ameliyatlar ise çoğunlukla Kuzey Irak’ta veya Türkiye’de yapılmakta.


Bir kentin aidiyeti ve kimliği, o şehrin tarihi mimari eserleri, sosyal ve kültürel yapısıyla da yakından ilgilidir.Ama ne yazıktır ki tüm bunlar müdahale edilmediği sürece artık Kerkük’te yok edilmek üzere…


Sonuç olarak Kerkük, bu gezegende, aklımıza gelebilecek en büyük servetin üzerinde oturup, ama yoksulluk ve sefalet içinde yaşatılan insanların kenti… Bugün Kerkük’ün bir turisti çekecek herhangi bir yeri yok. Ama bu şehrin sokaklarına adım attığınız andan itibaren, bu gezegenin nasıl bir adaletsizlik diyarı olduğunu çok daha iyi anlarsanız.

15 Kasım 2016 Salı

Türkiye'nin bir başka 'ötekiler'i DOMLAR

Tam tarihi bilinmemekle birlikte, Hindistan’dan tüm dünyaya yayılan, Avrupa’da ‘Gipsy’, Anadolu’nun batısında ‘Roman’, Ortadoğu’da ‘Karaçi’ olarak adlandırılan halkın mensupları, Mezopotamya’da ‘Dom’ olarak anılıyor.

Tahmini sayıları 5 milyon civarında olan, büyük bölümü İran,Türkiye Irak ve Mısır olmak üzere Orta Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika da yaşayan Hint-Aryan ırkına mensup Hindistan menşeli, (Gurbati, Kouli, Çingene) veya Orta Doğu ve Dom çingeneleri olarak da adlandırılan, Roman halklarının bir alt öbeğini ve kolunu oluşturan Hint avrupa dil ailesinden Domari dili konuşan, Proto-Roman olan bu etnik grup Türkiye'de Mardin, Diyarbakır, Batman, Şırnak, Siirt, Urfa ve Van bölgelerinde yaşadıkları ve sayılarının 100 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.

2 bin yıllara kadar göçebe hayatı süren Dom'ların temel geçim kaynakları dilencilik ve müzisyenlik. Kendilerine ait Domca adıyla bir dilleri de olan Domların artık sadece yaşlı olanları bu dili konuşuyor.

Üst kimliklerin 'belirleneni' konumunda bulunan Domlar, üst kimlik kaygısı yüzünden kendilerini Kürtlere karşı ''Mıtırp'' olarak tanımlıyorlar. ''Kürtlerin ötekileri'' ya da Kürtlerin farklı kültür edinmiş versiyonu gibi. Bir bakıma üst kimliğin 'Türk' olduğu zamanlardaki Kürtlerin durumuna benzerlik göstermektedir. Liberalizmin ''Kimlik politikaları'' ile ideolojik girdiler yaptığı uzunca bir dönem boyunca pek çok kimlik hatırı sayılır bir gözle görünürlük elde etti. Bu dönem boyunca Domların payına ise ''2.sınıf kimlik'', hatta kimliksizlik düşmüştür.

Kürtçeyi ana dillerinden daha iyi bilen bu halk, geçmişten günümüze kadar ''Kürt çingeneler'' olarak bilinmişlerdir. Oysa Domların da diğer tüm halklar gibi kendilerine ait dilleri (Domanice/Domca), kültürleri, yaşam tarzları mevcuttur. Bugün Domlar'ın pek çoğu ekonomik, sosyal yaşamlarında Kürtler'in baskın kültürüne direnemediği için asimile olmuş ve Kürtleşmişlerdir. Domanice yalnızca yaşlı insanlar arasında konuşulan bir dil haline gelmiştir.

Roman, Çingene, Mıtırp, Dom... Hepsi birbirleriyle akraba topluluklardır. Mezopotamya'yı ötesindeki toplama Roman, mevcut olanına da Dom denilmiştir. Bu grupların benzerlikleri çok olmakla birlikte Kürtler arasında yaşayan Domların karakteristik özellikleri biraz farklılık göstermektedir. Halil Aygün'ün hazırladığı ''Dom Belgeseli'' çalışması*, bu farklılıkları biraz da olsa görmemizi sağlamıştır.

Domlar, sadece ve sadece kendi aralarında kendilerine Dom diyorlar ve Domanice konuşuyorlar. Dışsal baskıdan çekindikleri için grup dışındaki insanlarla Kürtçe anlaşıyorlar. Çoğu Dom Türkçe bilmez. 

Devletten, Kürtlerden, Araplardan, Türklerden baskı görüyorlar. Kimliksiz olarak yaşadıkları için pek çoğu eğitim, sağlık ve hatta seyahatten dahi yararlanamıyorlar. Genel olarak geçimleri Ribab  denilen çalgıyla düğünlerde elde ettikleri kazançtır. Bunun yanı sıra dilencilik, doğal şifacılık ve dişçilik gibi uğraşlarla da ilgileniyorlar.

Yöredeki birçok kişinin dişlerinin altın ve gümüşle kaplı olmasından da anlaşılıyor bu durum. Ama son yıllarda Kürtler'in bu mesleğe (çalgıcılık) el atmasıyla beraber, Domlar haklı olarak ellerinde kalan son geçim kaynaklarının da ellerinden alındıklarını düşünüyorlar. Deyim yerindeyse ellerinde dilencilikten başka bir geçim kaynağı kalmamış durumdadır.Domların göçebe bir hayat sürmelerinin en belirgin sebebi, mevsimsel olaylardır. Dom halkı zahmetsiz yaşamayı şiar edindiği için her zaman ekmeğin en rahat bulunduğu yere göç etmiştir. Bu yüzden kimliğe ihtiyaç duymadılar uzunca bir zaman. Devletin yaylaları, ovaları ve dağları 'insansızlaştırması' politikasıyla beraber yerleşik hayata geçmeye başladılar. 

Kimlik problemi tam da o zaman ortaya çıktı. Eğitimden yoksun kalmalarından dolayı pek çok zorluk yaşadılar ve hâlen de bu zorlukların büyük bir kısmı olduğu gibi devam etmektedir. Üstüne bir de dışlanmışlık, hor görülme, aşağılanma da cabası.
profilli, piyasası olmayan kimlikler söz konusuysa sorunun cevabı çok açık ki ''Evet'' olmalı.

Ramazan Turgut, Hrant Dink Vakfı’nın Kasım 2012’de Mardin’de düzenlediği ‘Mardin ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı’nda sunulan tebliğleri içeren ve Ekim 2013’te yayımlanan ‘Mardin Tebliğleri’ adlı kitapta, ‘Dom: Kayıp Kavim’ başlıklı makalesinde şu bilgileri veriyor:

* Yakın bir zamana kadar göçebe bir hayat sürdürdükleri için Domlar kimliksizdi. Yerleşik hayata geçtikten sonra bazı Domlar kimlik çıkarttılar.

* Domlar, İslam dinine inanıyor. İnanç yönünden diğer İslam topluluklarıyla aralarında fark olmamakla birlikte, örf ve âdetlerinde farklılıklara rastlanmaktadır.

* Domlar, kültürlerini; şarkılarını, masallarını, atasözlerini, destanlarını Kürtçe olarak aktarabilmiştir.

* Domların göçebe bir hayat sürmelerinin en belirgin sebebi, mevsimsel olaylardır. Dom halkı zahmetsiz yaşamayı şiar edindiği için her zaman ekmeğin en rahat bulunduğu yere göç ederdi. Günümüzde az da olsa Kızıltepe-Mardin-Çınar-Bismil hattında göçebe olarak yaşayan Domlara rastlamak mümkündür.

* Dom kadınları eski zamanlardan beri doğal şifacılık yapar.

* Dom kadınları dişçilikle de uğraşır; yöredeki birçok kişinin dişinin altın ve gümüşle kaplamışlardır.

* Dövme Domların simgelerindendir. Yeni yetişen Dom nesli hariç bütün Domlar dövmelidir.

8 Kasım 2016 Salı

Sahne Arkası Türkmenler

Tükmenler Orta Asya’dan göç eden Oğuzlardandır. Çoğu tarihçilere göre İslamiyet’i kabul ettikten sonra Türkmen ismini alan bu kavim İslam ülkelerine yayılmış, kurduğu devlet ve beyliklerle bu ülkelerin kaderini çizmiş ve tarihinde çok belirgin bir rol oynamıştır. Türkmenler Ortadoğu’da Haçlı seferlerinin hezimete uğramasında etkin olmuş ve Abbasi ordusunun bel kemiğini teşkil etmiştir. “Türkmen’’ kelimesinin nereden geldiğine, ne anlama geldiğine dair farklı görüşler de vardır. İlk olarak Ebu Fida; Horasan ve Mezopotamya Türklerinin Müslüman olduktan sonra, halkın Araplar ve Türkler arasında tercüman görevi gördüğünü ve bu yüzden onlara tercüman denildiğini, bu sözcüğün de zamanla Türkmen haline geldiğini iddia etmektedir. Osmanlılar ise şehir dışında yaşayan, bilhassa göçebe olan aşiret ve oymaklara Türk-Türkmen demiştir.



Irak Türkmenlerinin tarihi kökeni

Türkmenlerin Irak’a gelmesi ve bölgeye yerleşmeleri geniş bir zaman içinde olmuştur. İlk Türk grubun Irak’a girişi M.S. 647 yılına dayanmaktadır. Türkler önce bu bölgede askeri gruplar olarak bulunuyorlardı. Daha sonra hilafet merkezini ve halifeliği korumak üzere görevlendirildiler. Başka bir kaynakta da Türkmenlerin Irak’a büyük topluluklar halinde hicret ettikleri ve bu hicretin Horasan’a vali olarak gelen Ubeydullah bin Ziyad zamanında yani H.54 yılında gerçekleştiği de söylenmektedir. Moğolların (M.1258) Irak’a girmesinin ardından bölgedeki Türk nüfusu daha da güçlenmiştir. 14’üncü yüzyılda Türkmenler Irak’ın yapı taşlarını oluşturan milletler arasında yerini almıştır.
Irak, 1534’te Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı topraklarına katılır. Bir süre yeniden Safevilerin eline geçen bölge, 1638 yılında Sultan Dördüncü Murad tarafından geri alınır. Bu dönemde bölgeye Anadolu’dan yeni Türk boyları getirilir. Irak Türkleri, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı çatısı altında yaşarlar. Irak Krallığı’nın kuruluşuna kadar bölge kesintisiz olarak İslam kültür sahası içinde yer alır.

Günümüzde Irak Türkmenleri ülkenin kuzey ve orta bölgesinde yaşamaktadırlar. Talafer, Musul, Erbil, Kerkük, Diyala ve Selahattin illerinin sınırları ile başkent Bağdat’ın birkaç mahallesinde bir şerit boyunca yayılmış bulunmaktadırlar. Irak’ta yüzyıllardır var olan ancak nedense son yıllarda en çok mağdur edilen Türkmenler, devamlı ikinci sırada tutulan, diğer gruplar kadar değer verilmeyen, üvey evlat muamelesiyle karşılaşan bir toplum durumundadır.

Türkmenlerin problemlerine geldiğimizde; Irak’taki kargaşa ortamında kolluk kuvvetlerinin olmaması, her gelen yönetimde kendilerince denge politikası izlemeleri ve daha da kötüsü inanç farklılıkları içinde olmalarıdır. Sünni Türkmenler Saddam hükümetini desteklerken, Maliki hükümetinde Şiiler Maliki’yi desteklemiştir. Haklarını bazı siyasiler dışında savunan olmazken; Türkmenler yaşadıkları şehirlerde ekseriyetle ticaretle ile uğraştıklarından her dönem ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.

Irak’ın nüfusuna baktığımızda %60 Şii, %30 Sünni, geri kalan %10 ise diğer mezheplerden oluşmaktadır. Irak genelinde 1920 yılından günümüze kadar Türkmenleri asimile etmek ve bölgelerin nüfus yapısını değiştirmek (hatta kimi zaman da Kürtleştirmek) için çeşitli yöntemlere başvurulmuştur. Saddam döneminde Sünniler daha rahat denilse de güneyden getirilen Şiiler, Kerkük gibi önemli merkezlere yerleştirilmiştir. Buna karşı Kerkük’teki Kürtlerin bir kısmı Kuzey Irak’a, Türkmenlerin bir kısmı da Türkiye’ye göç etme mecburiyetinde bırakılmıştır. Türkiye’ye giden Türkmenler dönmediği için Kerkük’ün nüfusu Kürtlerin lehine değişmiş; özellikle ABD işgalinden sonra Kürtler Kerkük’e geri dönmüştür. Kürtler Kerkük’ün demografik yapısını değiştirmek amacıyla Kerküklü olmayan Kürtleri de Kerkük’e yerleştirmişlerdir. Diğer yandan bakıldığında Maliki döneminde Bağdat’taki Sünni nüfusun azaldığı da açıkça görülmektedir. Son yapılan 2014 Irak seçimlerinde Maliki’nin başında bulunduğu Kanun Devleti Koalisyonu 93 milletvekili çıkarmış, Kürtler ikinci olmakla beraber, Şii ve Sünni partiler farklı oy çoğunluklarıyla meclise girmişlerdir. Bu çerçevede Türkmenlerin siyasi bir parçalanma içinde oldukları seçimlerden de belli olmaktadır. Türkmenlerin Irak’ta bir partide birleşmek yerine her birisi farklı hareket eden 9 parti olmuştur. Bu da Irak siyaseti içinde yeterince aktif olamayışlarının sebepleri arasında duruyor.

‘Peki neden Türkmenler Irak’ta bir olmak yerine 9 farklı partiye bölünmüşlerdir?’

Bu soruyu Türkmen /gazeteci-yazar Dr. Mahmut Çavuşoğlu “Evet, Türkmenler Irak’ta mezhep, milliyetçilik ve muhafazakarlık açısından dağınıktır. Her partinin sosyal ve siyasî yapıları farklıdır. Bir kısım Şii, bir kısım Sünni’dir bu da aralarında farklılık oluşturmaktadır. Türkmenlerin birleşememeleri zihniyet ve düşünce meselesidir. Fakat Türkmenlerin Irak’ta bir mezhep savaşı içerisinde yer almaları da mümkün değildir. Çünkü Türkmenleri bir araya getiren ve güçlü kılan da Türkmen kimliğidir.” şeklinde cevaplandırmıştır.

Son dönemde Irak’ta yaşanan kaos ve katliamlar, Türkmenleri diğer Irak vatandaşları gibi göç etmeye zorlamış ve Kürt bölgesine kaçanlar hoş karşılanmazken, kimileri 50 derece sıcağın altında kamptan bozma yerlerde perişan vaziyette insani dram ile karşı karşıya bırakılmıştır. Ölümden kaçan bu Türkmen göçmenlerinin, kızgın güneş altında gölgesiz, gıdasız ve susuz kalarak ölüme terk edilmeleri, insanlığı kahretmekte.

Türkmenlerin acil olarak insani yardımların yanı sıra silahlanmalarına ,siyasi bir desteğe ve korunmalarına ihtiyaç vardır .Türkmeneli Partisi Başkanı ve eski Irak milletvekil Riyaz Sarıkahya, Türkmen coğrafyasının oluşturulması gerektiğine ve Türkmen hareketinin yeniden acilen yapılandırılmasına vurgu yaparak geniş kapsamlı bir heyet ile birlikte Türkmen yüksek meclisinin kurulmasının gerekliliğini belirtmiştir.Sarıkahya, bunun gerçekleşmesi için Türkiye’nin mutlaka Irak’taki etkili merkez ve devletlerle diyaloğa geçmesi gerektiğini dile getirmiştir.

Bundan sonraki duruma baktığımızda Irak halkına 30 yılı aşkın bir süredir acı çektiren acımasız Baas diktatörlüğünün 2003 Nisanı’nda ABD müdahalesi ile yıkılması, Irak için yeni bir geleceğin başlangıcı olduğu sanılırken varolan sistem daha fazla karmaşa içerisine girmesine karşı Irak’ta yeni bir gelecek için ülkedeki tüm etnik ve dini grupların haklarına saygı gösterilmesi zorunludur. Irak, ancak bu takdirde barış ve huzura kavuşabilir.

Türkmenlerin de dileği, demokratik, özgür ve güvenli bir Irak’ta yaşamaktır.Siyasal sistem; demokratik parlamenter rejim olmakla beraber yönetim tarzı, temsili demokrasiye dayanan cumhuriyet olmalıdır. Bu yolla, parlamenter rejim aracılığıyla Irak Demokratik Cumhuriyeti’ni oluşturan toplulukların yönetimde nüfus oranlarına göre adil bir şekilde söz sahibi olmalarıyla gerçekleştirilebilir.

1 Kasım 2016 Salı

Çölün Sert Adamları: Bedeviler

"Bedeviler, göçebe hayat, uzayıp giden kumlar, vahalar ve serap… Muhakkak ki Bedevilik hepimizin ilgisini çeken bir konuydu. Çölün zor şartlarında ayakta kalabilmeyi başarmak, elbette tek kelimeyle harikulade!"




Afrika’da yerliler, Amerika’da Kızılderililer, Kutuplarda Eskimo’lar, Asya’dan Avrupa’ya uzanan göçebeler; hepsi hayatta kalmaya, coğrafyanın getirdiği zorluğu aşarak hayat mücadelesini sürdürmüşlerdi. Bedeviler ise sayısız kum tanesi altında, kızgın güneşte hayat karşısında pişmeyi öğrendiler.

Bedeviliğin lügat manası zahir olmak, ortaya çıkmak, görünmektir. ibni Haldun’un nazariyesinde ise bir başkasına göre önce çıkan, başlayan iptida, iptidailik; buna bağlı olarak çölde oturan, çadırlarda yaşayan, kırda, arazide olan ve yerleşik hayata geçmeyen insanların genel hayatı tarzı demektir. ibni Haldun’a göre bedevi kelimesinin hususi manası, çöl ve sahralarda göçebe olarak yaşayan Araplardır. Umumi manası ise dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi ırka ve kavme mensup olursa olsun, yeryüzünde ilk defa görülen cemiyet şekilleri ve iptidai kavimlerdir. Her şeyin en önce ortaya çıkan kısmına bedavet ve bedevi dendiği gibi, insan cemiyetlerinin ilk ortaya çıkan iptidai şekillerine de bedavet ve bedevi denir. Yukarda da işaret edildiği gibi kelimenin esas lügat manası da budur.

Tarihte Bedeviler, ‘İslamiyet ile müşerref olanlar’ yeni topraklar fetheden ordularda önemli roller oynamakla beraber islam medeniyetini dünyaya tanıttılar. Yüreklilik, cömertlik ve zor şartlara metanet gibi Müslüman Arap değerlerinin de örnek temsilcileriydiler. Ayrıca hayvan yetiştiricisi, rehber ve kervan yolları boyunca akıncı olarak da hafızalarda iz bıraktılar. Hayat tarzları çöl ve bozkırların sert şartlarına uyum sağlamış olmasına rağmen, tarımla uğraşan köy ve kasabalarda her zaman yakın durdular. Taşınabilir mal zenginliği, yiğitlik, soyluluk ve daha birtakım vasıflar toplum nezdindeki yerlerini belirlerdi. Topluluk olarak hür hareket etmelerine rağmen, fertlerin bağlı bulunduğu topluluğa aidiyet hissi daha fazladır. Uygulamada çok azı İslamiyet’in şartlarını yerine getirebildi. Çünkü kendi geleneklerinden kopmakta zorlandılar.



En iyi vasıtaları develer

İslamiyet’in ilk devresinin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hâkim hayat tarzı “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevilik” şeklindeydi. Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği metanetle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su içmeden 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardı. iklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevi hayatında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. Deve niye tercih edilmişti?

Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği karınlarında saklayabiliyordu. Yağ hörgüçleri, birer yiyecek deposu vazifesi görüyordu. Burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları kum fırtınalarına
karşı özel perdelerle donatılmıştı. Dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri, aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri vardı. Bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabiliyordu. Güçlü hafızaları ile fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmıyordu. Bu gibi özellikleri ile develerin, söz konusu çöl şartları için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz.

Arapça’da deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda ne kadar da önemli olduğunu göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette taşıdıkları yüklerle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

Şehirle hep irtibatlılar

Bedeviler Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluşturmuşlardı. Ancak bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurlar da bulunuyordu. Ayrıca Arap Yarımadası’nın kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap Yarımadası’nın önemli halkalarını teşkil etmişlerdi. Ancak bütün bu toplulukları birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olmuştu. Bir zamanlar bedevi olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.

Bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi, Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe yaşamaktaydı. Zira birbirlerine ihtiyaçları vardı.Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevilere teslim etmiş gibiydi. Bedeviler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki şehirlerden sağlamaktaydı.Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yiyor, yerleşikler de bedevilerin deve sütünü içiyordu.

Günümüzde Bedeviler ne durumda?

Günümüzde Bedeviler’in ekserisi Müslüman Arap olmakla birlikte, Kuzey Afrika’nın Berber kökenli göçerleri, doğu Arap dünyasının göçebelerinden ayrılırlar. Bedevi nüfusunun büyük bir kısmı Ürdün,
Arabistan ve Mısır’da yaşamaktadırlar. Ürdün nüfusunun büyük bir çoğunluğu Bedeviler’den oluşurken, Ürdün hükümeti de Bedevilere eğitim, ev ve sağlık klinikleri gibi birtakım servisler sunmakta. Ancak Bedevilerin bir kısmı eski hayat tarzlarına devam etmek istediklerinden ve göçer hayata gönülden bağlı olduklarından hükümetin sunduğu servislere ilgi göstermiyor. Göçebe hayatı yaşan Bedeviler öyle ücra noktalarda yaşıyorlar ki buralara bazı imkanların ve insanların ulaşması zor görünüyor. Çöl hayatında kendi metotları ile hayat mücadelesini sürdürmenin yollarını aramaya devam ediyorlar.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Tanrıya inananlar-Ezidiler

Kökenlerinin çok eski olduğu iddia edilse, Ortadoğu’nun millattan önceki önemli inançlarından Zerdüştlüğe dayandırılsa bile, Êzidilik kavramına ilk olarak, yaşamını 1153 yılında yitiren Şaristani’nin kitabında rastlanır. Şaristani’nin kitabından sonra, 1670–1680 arasında Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de Êzidilerden bahsediliyor.

Êzidilik inancı ve tarihi üzerindeki en büyük etkiyi Şeyh Adiy oluşturmuştur. Araştırmacıların elindeki Êzidilerle ilgili yazılı belgeler de Şeyh Adiy’e aittir. Şeyh Adiy ‘Ben Êzidiyim’ dememiştir. Buna rağmen Êzidilerin tümü Şeyh Adiy’e inanıp, onu peygamberleri olarak görür; Meleki Tavus’un ruhunu Şeyh Adiy’in şahsiyetinde bütünleştirirler.


Şeyh Adiy’in kabri Irak’ın Şeyhan mıntıkasında, Laleş Vadi’sindedir. Dünya üzerinde yaşayan bütün Êzidiler Laleş Vadisi’ni ve özel olarak da Şeyh Adiy’in kabrini ziyaret eder ve ‘hacı’ olurlar.

Şeyh Adiy’in doğumu ve ırkı üzerine birbirinden değişik söylentiler var. Bazıları onun Hakkâri’de doğmuş bir Kürt olduğunu, bazıları da Lübnan’da doğmuş bir Arap olduğunu söyler. Doğum tarihi tam olarak belli değildir ama araştırmacıların çoğuna göre, 1073-1078 arasında, bugünkü Lübnan’ın bir köyü olan Beytfar’da, Bekaa Vadisi’nde doğmuştur. Babasının adı Musafir’dir. Babası, Şam’da yaşayan Emevi Beni Umey ailesindendir. Bu görüşe göre de, Şeyh Adiy Arap’tır ama yaşamının büyük kısmını Kürtlerle beraber, Êzidi bir Kürt gibi geçirmiştir. Yine Şeyh Adiy’in Lübnan’da doğan bir Kürt olduğunu belirten araştırmacılar da vardır.

Êzidiler, Allah’a inanır. Ayrıca Allah’ın peygamberlerini de tanırlar ama Êzidilere göre Allah, “insanlara secde etmesini” isteyerek Meleki Tavus’a “haksızlık” yapmıştır. Êzidiler, Meleki Tavus’u Azrail gibi ruh almaya gelen melek olarak görür. Yani Meleki Tavus insanlara haksızlık yapmamış, Allah’ın emirlerini yerine getirmiş, dünyayı kötülüklerden arındırmayı kendine görev edinmiştir. Êzidilere göre kötülük insanların kalbindedir. Meleki Tavus da “emre” karşı gelerek insanlara, yani kötülük sahiplerine secde etmemiştir.
Êzidilerin de birçok bayram ve kutsal günleri var. En çok bilinen Êzidi bayramı Kürtlerin Çarşema Sor olarak adlandırdığı Kızıl Çarşamba’dır. Her sene eski takvime göre nisan ayının ilk çarşambasında kutlanır. Êzidilerin inancına göre Allah her sene bu vakitlerde, kötülükleri ortadan kaldırmak ve insanlar arasında iyiliği yaymak için yeryüzüne bir melek gönderir.

Ayrıca Êzidiler düğünlerini de çoğunlukla bu güne, Kızıl Çarşamba’ya denk getirir. Şüphesiz, Êzidilerin tek bayramı Kızıl Çarşamba değil. Birçok kutlu gün ve bayramları vardır. Örneğin, dindar Êzidiler yazın ve kışın 40 gün oruç tutar ama bu oruçları Müslümanlarınki gibi değildir.

Bu kutlu günler dışında Êzidilerde her yıl Tavus gezdirme vardır. Özel olarak da Laleş Vadisi’nin harcını toplamak için Tavus gezdirilir. Tavusu Êzidi köylerinde gezdirenler ‘Kavalvan‘ olarak adlandırılır. Kavalvanların önünde de Êzidi bir Şeyh vardır. Êzidiler, kendi dinlerinden olmayan birinin Êzidiliğe geçmesini kabul etmezler; bununla birlikte Êzidi olan birinin de dinini değiştirmesini uygun görmezler; bunu büyük bir suç olarak görürler. Ayrıca Êzidi birinin başka dinden biriyle evlenmesi de yasaktır.

Êzidilerin en önemli kutsalları ise Şeyh Adiy’in yazdığı Mıshafa Reş (Kara Kitap) kitabı ile Êzidi öğretisinin temellendirildiği Kitab-ul Cilwe’dir. Mıshafa Reş, Êzidi mitolojisini anlatır, yasaklarla ilgili kuralları belirler. Kitab-ul Cilwe ise Êzidi inancı mensuplarının okuması gereken önemli öğreti kitaplarının başında gelir. Bu kitabı Êzidi olmayanlara vermezler.
Êzidilerin dini bakımdan yerine getirmeleri zorunlu olan bazı görevleri vardır. Bunların başında namaz, oruç, hac ve zekât gelmektedir. Êzidilerin dini inançlarında katı kurallar vardır. Êzidiliği tüm yönleriyle yerine getirenler, namaz kılıp oruç tutar, Laleş Vadisi’ne giderek hacı olur ve mutlaka zekâtlarını verirler. Namaz için Êzidiler günde iki kez, sabah güneş doğarken ve akşam güneş batarken yüzlerini güneşe dönerler. Namaz’dan önce, el ve yüzlerini yıkayarak abdest alırlar. Güneşe dönerken ayakta durup ellerini bağlar ve dua okurlar.

Êzidiler, her yılın aralık ayında üç gün oruç tutar, ayrıca 24 Aralık’ta ve 24 Haziran’da olmak üzere yılda iki kez 40’ar gün oruç tutarlar. 40’ar günlük oruçları daha çok Êzidi Şeyhleri, pirler, yaşlı Êzidiler ve Êzidilerin seçilmiş en büyük ruhani lideri Baba Şeyhler tutar. Oruçları sabahları güneşin sararttığı gökyüzü ile başlar akşam ise gökyüzü kızıllaşınca, güneş batmak üzereyken biter. Bu sürede herhangi bir şey yenmez ancak ikram edilen geri çevrilmez.

Êzidiler hacı olmak için Laleş Vadisi’ndeki Şeyh Adiy’in mezarını ziyaret ederler. Her yıl eylül ayında düzenlenen hac törenlerinde kurbanlar kesilir, def eşliğinde dini ritüeller uygulanır, ilahiler söylenir. Törenleri yönetenler koçekler ve kavalvanlardır. Zekat, esasen Laleş Vadisi’nin giderlerinin karşılanması için verilen para veya karşılığına tekabül eden maldır. Ne kadar olacağına Êzidi’nin kendisi karar verir. Yılın belli zamanlarında Kavalvanlar köyleri Tavus sembolü ile dolaşarak zekât toplarlar. Zekât toplayanlara ‘Fakir‘ denir. Fakirler topladıklarını getirip baba Şeyh’e verirler.

Êzidilerin en önemli özelliği de tüm dualarının Kürtçe olmasıdır. ‘Qewl’ adı verilen dualar, ibadet esnasında ve diğer dini ritüellerin tümünde okunur. Êzidilerin halen orjinalliğini koruyan ve günün belli zamanlarında, namazlarda, nikah ve benzeri inancın gerektirdiği ritüellerde okunan onlarca Kürtçe duaları vardır.
Êzidilerdeki dini dereceler Şeyh Adiy zamanında ortaya konulmuştur. Hiyerarşik özellikleri de bulunan üç farklı derece vardır: Şeyh, Pir ve Mürit. Bu dereceler kendi aralarında da kollara ayrılır. Üç çeşit Şeyh vardır: Adani, Qetani ve Şemsani. Ayrıca iki farklı Mürit vardır: Qewal ve fakir. Bunların yanı sıra koçek, mucavir, kebani gibi farklı görev ve sorumlulukları olan Êzidiler de vardır.

Êzidilikte dini derecelerin yanı sıra dört kutsallık vardır. Bunlar toprak, su, güneş ve havadır. Bu dört kutsal imge, Şeyhan’a bağlı Laleş Vadisi’ndeki tapınakta birçok yere işlenmiştir. Bu dört kutsallık, Êzidilerin dualarında ve günlük yaşamlarında da etkin olan olgulardır.
Êzidiler, Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi tarihinde yaşanan 77’inci katliam.

Êzidi tarihindeki en büyük katliamları yapanlardan biri de, Kürtlerin ilk döküm topunu yaptıran, Mir Muhammedi Rewandızi olarak bilinen Revandız Beyi Muhammet’tir. Mir Muhammed’in Şengal ve Şeyhan yöresinde 75 bine yakın Êzidi’yi katlettiği iddia edilir.

Êzidiler Araplar, Farslar, Türkler, Hıristiyanlar ve hatta Müslüman Kürtlerin katliamlarına uğradılar. Laleş, onlarca kez Êzidilerin başına yıkıldı; kadınları, kızları hep pazarlarda esir olarak satıldı, katledenlerin cariyeleri oldular. Bu nedenledir ki nüfusları hep azaldı. Milyonlarla ifade edildikleri coğrafyada şimdi ancak birkaç yüz bin Ezidi kalmış görünüyor. Bir o kadarı da ülkesinden göç etmiş ve ağırlıkla Avrupa’ya yerleşmiş durumda.

Êzidilerin nüfusu ne kadar?
1991 yılında Güney Kürdistan’da Kürtlerin kendilerini yönettikleri bölgede çok az sayıda, 80 bin kadar Êzidi, bölge hükümetinin hükümranlığındaki alanda yaşıyordu. Geriye kalan 200 bini aşkın Êzidi Şengal yöresindeydi ve bunlar da 2004’e kadar Saddam’ın boyunduruğu altında yaşamaya devam etti. Katliam ve göçler nedeniyle Avrupa’ya göç eden Êzidilerin nüfusunun da 150-200 bin civarında olduğu varsayılır. Ermenistan’da ağırlıkla Erivan’da yaşayan Êzidiler ile Suriye’deki 80 bin ve Türkiye’deki 500 kadar Êzidi’yi de katarsak, dünyada 700 ile 800 bin arasında Êzidi yaşadığı ifade edilir.

-Êzidilerin dünyadaki dağılımı nedir?

Êzidiler ağırlıkla Güney Kürdistan’ın Şeyhan ve Şengal kasabaları ile Ninova eyaletine bağlı Musul’un köylerinde yaşar. Gürcistan’ın Tiflis ve Ermenistan’ın Erivan kentinin yanı sıra Batı Kürdistan’ın (Suriye/Rojava) Cızir kantonunda; Mardin’in Midyat, Savur ve Nusaybin; Urfa’nın Viranşehir, Suruç ve Ceylanpınar; Diyarbakır’ın Bismil ve Çınar, Batman’ın Beşiri ve Kurtalan ilçelerinde Êzidiler yaşar. Kilis ve Gaziantep kentlerinde yaşayan az sayıda Êzidi de vardır. Göçler nedeniyle Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın birçok kentinde de Êzidiler yaşar.


-Êzidiler’in adlandırmasında bazı kavramlara niçin karşı çıkılır?

Êzidilerin rahatsız olduğu adlandırmaların başında “Yezidi” kavramı gelmektedir. Êzidileri Yezit Bin Muaviye ile aynı kökene sahipmiş gibi göstermek isteyen Müslümanların yaptığı bu adlandırma, Ezîdi / Êzdi kavramlarının anlamını da tamamen değiştirir.

Kürtlere öznel bir inanış olan Êzidilik, adını “Beni Yaratan” anlamına gelen “Ezda”dan alır. Ezda Êzidilerde Allah’ın adına karşılık olarak kullanılır. Kürtçe’de Xweda “Kendini Yaratan” iken, Ezda “Beni Yaratandır.” Êzidiler, kendilerini yaratan Allah’a bağlılıklarını kendilerini Ezda / Êzidi kavramı ile tanımlayarak kullanır.

Bir diğer önemli kavramları ise Meleki Tavus’tur. Êzidiler ‘Azazil’ diye de adlandırılan Meleki Tavus’un Allah’ın ilk yarattığı ve en değer verdiği melek olduğuna inanır. Allah’ın insanları meleklerden önce tutması emrine karşı çıkmasını da insanların kötü kullar olmalarına bağlarlar. Farklı inanışlar tarafından Meleki Tavus’un “şeytan” olarak adlandırılmasına ise kökten karşı çıkarlar, kendileri bu kavramı asla kullanmazlar.

- Êzidilerin kutsal toprakları Şengal’de ne oldu?

Irak’taki siyasal yapılanmanın 2004 yılında kökten değişmesine rağmen, Kerkük, Xanekin, Mendelin gibi Şengal kasabası Güney Kürdistan’a resmen dahil olamayan Kürdistan toprakları arasındaydı. Irak Anayasası’nın 2007’de kabul edilen ve bir türlü yaşama geçirilmeyen 140’ıncı maddesi gereği Şengal’in statüsü de referandum ile belirlenecekti. Ancak o referandum bir türlü yapılmadı. Irak hükümeti ve Irak’ın müstafi Şii Başbakanı Nuri Maliki, anayasal hükmü uygulamadı ve hep engelledi.

IŞİD’in 10 Haziran’da Musul’u işgal etmesi yeni bir durum ortaya çıkardı. Kürdistan’daki bölgesel hükümete bağlı peşmergeler ihtilaflı olarak tabir edilen Kürt kent ve kasabalarına yöneldiler; bu kasabaları denetim altına aldılar. Şengal de Kerkük gibi resmen olmasa da fiilen Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin uhdesine alındı.

Şengal halkı bu fiili durumdan memnundu. Peşmergenin koruduğu topraklarda yaşamaya başlamaları, Êzidilere özgüven veriyordu. Ne yazık ki işin rengi kısa sürede değişti. Temmuz ayının sonlarına doğru IŞİD, Şengal yöresindeki Êzidi köylerine saldırmaya başladı. Êzidilerin bir kısmı silahlandı, köylerini koruma altına aldı.

IŞİD, 2 Ağustos 2014’te büyük bir güçle Şengal’e saldırdı. Êzidiler bu saldırı sonrasında bir kez daha katliamla, soykırımla yüzyüze kaldı. Güney Kürdistan hükümetinin verdiği resmi rakamlara göre Şengal’den 290 bine yakın Êzidi bölgeden göç etmek zorunda kaldı. Bunların 50 bine yakını ise kendilerini can havliyle Şengal dağlarına attı. Dağlarda, yollarda, IŞİD’den kaçamayanları da katarsak, 3 bini aşkın Êzidi’nin katledildiği, bunların en az 300’ünün çocuk olduğu basına da yansıdı. Şengal kasabasında, Êzidi köylerinde ve Şengal dağlarında korkunç bir trajedi yaşandı. Ve bu trajedi henüz bitmiş değil.

IŞİD’in ilk günkü saldırısında yeterli donanıma ve güce sahip olmadığı için geri çekilen peşmerge Şengal’e döndü. Daha ilk günden güçlerini bölgeye gönderen Rojava’nın askeri gücü Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Kadın Savunma Birlikleri’nin (YPJ) de devreye girmesiyle, büyük bir katliamın önüne geçildi. Şengal dağlarında mahsur kalan, açlıktan ve susuzluktan ölen insanlara gıda ve su ulaştırıldı, önemli bir kısmı tahliye edildi. Bunların bir kısmı Rojava’ya, bir kısmı Duhok ve Erbil kentine, az sayıda Êzidi de Şırnak, Batman ve Mardin’e göç ettil. Kürtlerin “Kurdên Resen”, yani ‘Kürtlerin Orjini’ olarak tanımladıkları en kadim insanlar, en mazlum inanç bir kez daha yok olmayla yüzyüze.